Pazartesi, Nisan 28, 2008

26-27 Nisan Film Seçkisi

Into the Wild

Sean Penn'in Jon Krauker'ın aynı isimli biyografik kitabından senaryolastirip yönettiği film into the Wild. Chris Mccandless'in kısa hayatının son 2 yılını anlatıyor.

Hikayenin gerçek hayat hikayesini filmin ortasında gittikçe Chris'in hayat enerjisinin, kararlılığının ve insanlar üzerinde yarattığı değişim etkisinin üzerimde kötü bir şeyler olacak hissi yaratması üzerine durdurup internette filmin sonunu araştırdığımda anladım. Chris'in İsa, Christ, gibi portrelenmesinde belki de kendisini bizim için feda edeceğinin simgesi var.

Chris çok genç, çok masum, çok prensipli, akranları arasında çok okumuş, çok başkaldırgan, çok enerjik, Amerika gibi bireylerin kendini istediği gibi ifade etmesine izin veren bir toplumdan çıkmış. Tüm bunları birleşince inandığı şeyle arasında hiç bir şey barındırmıyor. Toplumun bir parçası olmak istemiyorum diyor ve 22 yaşında üniversiteyi bitirdikten sonra kalan tüm parasını bir hayır kurumuna bağışlıyarak, çocukluğunu kötü yaşattıklarına ve hep yanlış mesajlar verdiklerine inandığı ebeveynlerini bırakarak Amerika'yı baştan başa dolaşıyor. Nihai amacı, kuzeye, Alaska'ya , doğa'ya vahşinin içine gitmek. Yolda rastladığı insanları etkileşmesiyle belki de fark etmeden değiştirerek Alaska'ya varıyor. Alaska'da 4 aya yakın tek başına hayatta kalmayı başarıyor. Bunun 2 buçuk ayı isteyerek, fakat artık dönmeye karar verdiğinde yazın eriyen karlarla coşan nehri geçemiyor ve Vahşi'nin içinde mahsur kalıyor. Sonunda açlıktan ölüyor. Film bana Herzog'un The Grizzly Man'i anımsattı. Bu film Grizzly Man'e göre daha kurgusal öğeler içerse bile ikisi de naif insanların anladıklarını, anlayışlı sandıkları Doğa tarafından harcandıklarını görüyoruz. Her iki karakterde de aslında hem naiflik hem de fark etmeden insan'in doğa karşısında üstünlüğüne koşulsuz güvenişleri(aldanışları) var. Chris'in toplumdan ne kadar hoşlanmadığını sürekli ifade ediyor fakat aynı zamanda sürekli günlük tutuyor ve öldüğü güne kadar fotoğraf çekiyor.

No Country for Old Men

Perşembe, Nisan 24, 2008

Post-Libertinism?

Libertines are mostly remembered by Marquis de Sade, or perhaps by John Wilmot, who was portrayed by Johnny Depp in the film “The Libertine”.

I was subjected to Libertines by my French professor, who happened to mention Sadism and Masochism are nouns derived from persons’ names. I read, usually taking his every hint by heart, Philosophy in the Bedroom, Justine, Venus in Furs - and was awed by the dialogues (monologues) by Sade’s characters. Still, then it made no sense, devoid of sentiments what would worldly pleasures mean? Libertines rebel against relationships, feelings, and morals. They act as life pleases them, they do not pay heed to any moral rule or any written rule for that. For them, life is just for selfish physical pleasure. Life is simply for enjoying.

Under the deception of love, people like to dictate, by weakening the other under the influence of love. All you need is love, love. Love is all you need. That is correct John. Weaken your loved one and then make him do what you want to do. Feel free to burden him with guilt, with your rights, and your morals. Love gives you this right.

Raising a child provides just the window for the adults who have not had enough of love. Love your child and he will naturally love you in return and then upload your expectations on to him. If he does not differ from you he will fill in the shoes of your dream person very easily, but if he happens to be different than you, his choices are different from the ones of dream person’s, then make his life hell.

200 years after Sade, his fellow countrymen cannot cease to make movies about loneliness, or existentialism. Individuals questioning their being and their role in life is an extended favorite subject of French cinema auteurs. Although the subject of loneliness and libertinism seem contradictory, I think they are essentially complimentary. Loneliness is; in effect not being able to express oneself to anyone including oneself; it is independent of the number of people around the individual. Sometimes as the number of people around one increase, the feeling of loneliness increases in return, as one needs to please all around him.

Everyone feels the need to love another to make sense of one’s existence. The love in question should be love without baggage. One should love another without any expectations. That is the true definition of love. Otherwise, we must change people we love like garments that don’t fit us anymore, (This is also not very easy, because with every break-up comes more burden, and self loathing),or try continuously to tailor our loved ones to our requirements. If we accept selfless love, and reciprocate selfless love to others, everyone will be free to do whatever he desires without fear of disappointing his loved ones. This is what I opt to call Post-Libertinism, libertinism with selfless love.

Solitude which seemed so far away and a frightening destiny, now seems a warm illusion. Going through life without the weight of moral responsibilities will be paradise. I wish I was strong enough to cut all my cords.

Cuma, Nisan 18, 2008

Çok Acil İhtiyaç


Superman gelsin alsın Arctic’e Fortress of Solitude’a bıraksın beni.

Çarşamba, Nisan 16, 2008

Son 3 haftadan Görsel Güncellemeler



Ihlamur Kasrı, İstanbul'daki huzurum, bahçem. Japon Manolyası çiçeklerini tamamen salmadan yetiştik. Kasrın bahçesinde saatlerce oturuyorum (eğer çok çocuk yoksa) Uzun sarı duvarları indirilip sadece parmaklıklar takılınca içim hop etmişti, cennetimi herkes görecek doluşacak huzurum kaçacak diye, neyse ki hala House Cafe veya Midpoint insanlara daha sempatik geliyor.



"Cherry Cherry" 9 yıl sonra cherry blossomlara yetiştim, 1912'de Japonya'dan Amerikan devletine hediye olarak gelen Sakura cherry blossomlar, artık Amerikan Başkentinin simgesi. Washington onları Ms. ELiza Scudmore diye bir kadının 1885'te Japonya'ya ilk gidişinde orada kiraz ağaçlarına vurulmasına ve sonra kendisinin vazgeçmek bilmeyen inatçı karakterine borçlu. 24 yıllık ısrarların sonucunda, 1909 da o zamanın Başkan Karısı (First Lady) Taft'ı ilk parti ağaçların dikilmesine ikna ediyor.

Aşağıda Washington'dak en sevgili galerilerim Sackler ve Freer daki kalıcı sergilerden örnekler var. (Edo sanatından örnekler geçici sergideydi fakat resim çekmek yasak olduğu için yine Edo sanatından kalıcı koleksiyondan resimler çektim). Sackler ve Freer Orta ve Uzak Doğu sanatları galerileri.


Edo bugünkü Tokyo'nun eski adı. 1603 ile 1868 arasında yönetimi ele geçirmiş Tokugawa Shogunlarının dönemi Edo Dönemi. Sanatın merkezi Kyoto'dan Edo'ya kaymış. Geleneksel sanattan daha yaratıcı bireysel sanata kayılmış bu dönemde. Sergideki resimler Joe Price Koleksiyonundan.


Thundergod



Yoldan, kırmızı erik fidesi çiçeklenmiş...



The Monument ve National Cathedaral- çatıdan fotoğraflar






Hirshhorn'un bahçesindeki Juan Munoz'un Last COnversation Piece heykelleri



EE Kiraz çiçekleri fetivali zamanıydı..




Son olarak, Whole Foods Marketleri zincirine gittim ve evet her şeyden yedim.



Bir de sevgili Giacometti'nin daha önce görmediğim bir eserini gördüm " Reclining Woman" harika değil mi?



Giacometti'nin yürüyen adam tablosundaki adamı üniversiteden beri beğeniyorum. Sanki o silüetteki adam benim yazgım! (yani o zamanlar öyle hissediyordum)

Bir de Max Ernst'un Moonmad'i insanın ayın delileri ile arkadaş olmak istetiyor.