Pazartesi, Nisan 28, 2008

26-27 Nisan Film Seçkisi

Into the Wild

Sean Penn'in Jon Krauker'ın aynı isimli biyografik kitabından senaryolastirip yönettiği film into the Wild. Chris Mccandless'in kısa hayatının son 2 yılını anlatıyor.

Hikayenin gerçek hayat hikayesini filmin ortasında gittikçe Chris'in hayat enerjisinin, kararlılığının ve insanlar üzerinde yarattığı değişim etkisinin üzerimde kötü bir şeyler olacak hissi yaratması üzerine durdurup internette filmin sonunu araştırdığımda anladım. Chris'in İsa, Christ, gibi portrelenmesinde belki de kendisini bizim için feda edeceğinin simgesi var.

Chris çok genç, çok masum, çok prensipli, akranları arasında çok okumuş, çok başkaldırgan, çok enerjik, Amerika gibi bireylerin kendini istediği gibi ifade etmesine izin veren bir toplumdan çıkmış. Tüm bunları birleşince inandığı şeyle arasında hiç bir şey barındırmıyor. Toplumun bir parçası olmak istemiyorum diyor ve 22 yaşında üniversiteyi bitirdikten sonra kalan tüm parasını bir hayır kurumuna bağışlıyarak, çocukluğunu kötü yaşattıklarına ve hep yanlış mesajlar verdiklerine inandığı ebeveynlerini bırakarak Amerika'yı baştan başa dolaşıyor. Nihai amacı, kuzeye, Alaska'ya , doğa'ya vahşinin içine gitmek. Yolda rastladığı insanları etkileşmesiyle belki de fark etmeden değiştirerek Alaska'ya varıyor. Alaska'da 4 aya yakın tek başına hayatta kalmayı başarıyor. Bunun 2 buçuk ayı isteyerek, fakat artık dönmeye karar verdiğinde yazın eriyen karlarla coşan nehri geçemiyor ve Vahşi'nin içinde mahsur kalıyor. Sonunda açlıktan ölüyor. Film bana Herzog'un The Grizzly Man'i anımsattı. Bu film Grizzly Man'e göre daha kurgusal öğeler içerse bile ikisi de naif insanların anladıklarını, anlayışlı sandıkları Doğa tarafından harcandıklarını görüyoruz. Her iki karakterde de aslında hem naiflik hem de fark etmeden insan'in doğa karşısında üstünlüğüne koşulsuz güvenişleri(aldanışları) var. Chris'in toplumdan ne kadar hoşlanmadığını sürekli ifade ediyor fakat aynı zamanda sürekli günlük tutuyor ve öldüğü güne kadar fotoğraf çekiyor.

No Country for Old Men

Perşembe, Nisan 24, 2008

Post-Libertinism?

Libertines are mostly remembered by Marquis de Sade, or perhaps by John Wilmot, who was portrayed by Johnny Depp in the film “The Libertine”.

I was subjected to Libertines by my French professor, who happened to mention Sadism and Masochism are nouns derived from persons’ names. I read, usually taking his every hint by heart, Philosophy in the Bedroom, Justine, Venus in Furs - and was awed by the dialogues (monologues) by Sade’s characters. Still, then it made no sense, devoid of sentiments what would worldly pleasures mean? Libertines rebel against relationships, feelings, and morals. They act as life pleases them, they do not pay heed to any moral rule or any written rule for that. For them, life is just for selfish physical pleasure. Life is simply for enjoying.

Under the deception of love, people like to dictate, by weakening the other under the influence of love. All you need is love, love. Love is all you need. That is correct John. Weaken your loved one and then make him do what you want to do. Feel free to burden him with guilt, with your rights, and your morals. Love gives you this right.

Raising a child provides just the window for the adults who have not had enough of love. Love your child and he will naturally love you in return and then upload your expectations on to him. If he does not differ from you he will fill in the shoes of your dream person very easily, but if he happens to be different than you, his choices are different from the ones of dream person’s, then make his life hell.

200 years after Sade, his fellow countrymen cannot cease to make movies about loneliness, or existentialism. Individuals questioning their being and their role in life is an extended favorite subject of French cinema auteurs. Although the subject of loneliness and libertinism seem contradictory, I think they are essentially complimentary. Loneliness is; in effect not being able to express oneself to anyone including oneself; it is independent of the number of people around the individual. Sometimes as the number of people around one increase, the feeling of loneliness increases in return, as one needs to please all around him.

Everyone feels the need to love another to make sense of one’s existence. The love in question should be love without baggage. One should love another without any expectations. That is the true definition of love. Otherwise, we must change people we love like garments that don’t fit us anymore, (This is also not very easy, because with every break-up comes more burden, and self loathing),or try continuously to tailor our loved ones to our requirements. If we accept selfless love, and reciprocate selfless love to others, everyone will be free to do whatever he desires without fear of disappointing his loved ones. This is what I opt to call Post-Libertinism, libertinism with selfless love.

Solitude which seemed so far away and a frightening destiny, now seems a warm illusion. Going through life without the weight of moral responsibilities will be paradise. I wish I was strong enough to cut all my cords.

Cuma, Nisan 18, 2008

Çok Acil İhtiyaç


Superman gelsin alsın Arctic’e Fortress of Solitude’a bıraksın beni.

Çarşamba, Nisan 16, 2008

Son 3 haftadan Görsel Güncellemeler



Ihlamur Kasrı, İstanbul'daki huzurum, bahçem. Japon Manolyası çiçeklerini tamamen salmadan yetiştik. Kasrın bahçesinde saatlerce oturuyorum (eğer çok çocuk yoksa) Uzun sarı duvarları indirilip sadece parmaklıklar takılınca içim hop etmişti, cennetimi herkes görecek doluşacak huzurum kaçacak diye, neyse ki hala House Cafe veya Midpoint insanlara daha sempatik geliyor.



"Cherry Cherry" 9 yıl sonra cherry blossomlara yetiştim, 1912'de Japonya'dan Amerikan devletine hediye olarak gelen Sakura cherry blossomlar, artık Amerikan Başkentinin simgesi. Washington onları Ms. ELiza Scudmore diye bir kadının 1885'te Japonya'ya ilk gidişinde orada kiraz ağaçlarına vurulmasına ve sonra kendisinin vazgeçmek bilmeyen inatçı karakterine borçlu. 24 yıllık ısrarların sonucunda, 1909 da o zamanın Başkan Karısı (First Lady) Taft'ı ilk parti ağaçların dikilmesine ikna ediyor.

Aşağıda Washington'dak en sevgili galerilerim Sackler ve Freer daki kalıcı sergilerden örnekler var. (Edo sanatından örnekler geçici sergideydi fakat resim çekmek yasak olduğu için yine Edo sanatından kalıcı koleksiyondan resimler çektim). Sackler ve Freer Orta ve Uzak Doğu sanatları galerileri.


Edo bugünkü Tokyo'nun eski adı. 1603 ile 1868 arasında yönetimi ele geçirmiş Tokugawa Shogunlarının dönemi Edo Dönemi. Sanatın merkezi Kyoto'dan Edo'ya kaymış. Geleneksel sanattan daha yaratıcı bireysel sanata kayılmış bu dönemde. Sergideki resimler Joe Price Koleksiyonundan.


Thundergod



Yoldan, kırmızı erik fidesi çiçeklenmiş...



The Monument ve National Cathedaral- çatıdan fotoğraflar






Hirshhorn'un bahçesindeki Juan Munoz'un Last COnversation Piece heykelleri



EE Kiraz çiçekleri fetivali zamanıydı..




Son olarak, Whole Foods Marketleri zincirine gittim ve evet her şeyden yedim.



Bir de sevgili Giacometti'nin daha önce görmediğim bir eserini gördüm " Reclining Woman" harika değil mi?



Giacometti'nin yürüyen adam tablosundaki adamı üniversiteden beri beğeniyorum. Sanki o silüetteki adam benim yazgım! (yani o zamanlar öyle hissediyordum)

Bir de Max Ernst'un Moonmad'i insanın ayın delileri ile arkadaş olmak istetiyor.


Çarşamba, Mart 26, 2008

To play the victim

This is a state of mind most people comfortably choose to be in. Feeling to be a victim helps one to sympathize with oneself. This state of mind comes more into play as a consequence of not liking what one has become.

I am a victim, I am a victim of my upbringing, of my family, of my partner, or my friends, of my work (the latter three ironically are the ones we actively choose).
What I have become is others’ fault.

I am a product of my family and my surroundings and the people who chose to bring me into this world and the other people I found myself tossed together in life have shaped the place I am in now. I am their product and they are responsible for my discontent in life, they are responsible for my weaknesses.

And so it goes..

Pitying oneself unfortunately does not help one to change his status quo. And this is exactly what one wants, one does not want to be subjected to change in any way, does not want to hurt anyone including himself with new choices, but still wants to voice (might be an internal voice ) one’s unhappiness.

Pitying oneself just makes way for more time to pass, paves the way for more self pity and depression.

For some, pitying oneself is just what makes the day go by.

Neil Gaiman

http://www.neilgaiman.com
I do like him, i find his imagination brilliant.
Wish there were more like him.

Pazar, Mart 23, 2008

Rakibe's organic bed and breakfast

yeni hobim!, zaman öldürmek
myminilife.com da bu hafta epey zaman harcadım.
Aşağıda, oluşturduğum Bed and Brekfast yüklenmesi gerekiyordu. Ama beceremedim.

O yüzden sadece linki burada.

Pazartesi, Aralık 10, 2007

El Perro Semihundido


2 Aralık 2007, Pazar saat 10:45 civarı, bir resmin karşısında dona kaldım. Kulaklarım uğuldadı, başım döndü, sonra hemen duygu selinden istifade edip ağladım. 73 yaşında, 200 yıldır ölü olan bir adam bana karabaşlı bir köpeğe benzediğimi hissettirdi.

Perşembe, Mayıs 17, 2007

Yaş 35

Yaş 35 şiirini yazan Cahit Sıtkı sadece 46 yaşındayken ölmüş. Çok genç bir ölüm, aşağıdaki şiire bakınca 35 yaşında yazdıklarını hisseden gerçekten yaşlı bir ruh ve beden olmalı .
61 yıl sonra; ben yarın 35 oluyorum. Sanki benim için hayat yeni başlıyor. Ne yapmak istediğimi ve yapabileceğimi yeni anlıyorum. Dostlarımı tanıyorum. Kendimi tanıyorum. Hafizama gelince, 7 yaşındaki ilk aşkımı çok net hatırlıyorum.

Yaş otuz beş yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz
Ya gözler altındaki mor halkalar
Neden öyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayâl meyâl şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir,
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar
Nerden çıktı bu cenaze Ölen kim
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.

Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misâli o musalla taşında.

Cahit Sıtkı Tarancı

12-18 Mayıs Okuma ve Seyretme Özeti

The Secret Life of Oscar Wilde- An Intimate Biography NEIL McKENNA

Victorian İngiltere'de Wilde ve bir grup elit(entelektüel ve aristokrat çevreden) erkeğin Uranian Aşk peşinden giderken yaşadıkları ve feda ettiklerini okudum. Homoseksüellik tarihi hakkında çok şey öğrendim.

Half Nelson

Seyrederken beğendiğimi fark etmemişim öylesine bir film diye düşünmüştüm. Şimdi film hakkındaki her şeyi hatırladığımı ve etkilenmiş olduğumu fark ettim. Birbirinden olabildiğince farklı ama aynı zamanda içinde bulundukları durumların benzerliği ile yakınlaşan iki kişinin birbirlerini etkileyebilmesi, hayatın özeti gibi.

Scenes Of a Sexual Nature
eğlenceli

The Fountain

Benim yıllardır kafayı takık olduğum konular, ölüm ve çaresinin olmaması. Çaresi bulunabilir mi bulunur ise nasıl olur. Filmin konusu da ölüme karşı adamın açtığı savaş, fakat sanki Aranofsky'nin hayalgücü ekrana yansırken bazı düşünceler materialize olamamış ve komik kaçmış.

Salı, Mayıs 08, 2007

BABİL’İN SONU

-- XXDiyojen’den haberin var mı? (Sümerce)
--Evet, Hayvan'lara katılmayı seçmiş. (Sanskritçe)
--XXLocke Arti'lere geçmişti geçen hafta (Latince)
--Herkes özgür, yine de seçimlerine şaşırmamak mümkün değil, ben ergenlik testini Hayvan’lar arasında almıştım. Kalan zamanımı karnımı doyurmaya çalışarak, üremek için birisini tavlamaya çalışarak geçirmeyi düşünemiyorum. (Coptic)
--Ben düşünebiliyorum XYşimdilikeşim, yarın oylama var, çıkacak sonuçtan aslında hepimiz eminiz, hem oylamaya katılmak istememiş olabilirler hem de yaptiklari seçimle aslında karşı oy vermek istediklerini gösteriyorlar, yaşamaya değer şeyler kaldığına inandıklarına gösteriyorlar (Hebrew)
-Sen inanmıyorsun değil mi buna, tek yaşayacakları daha önce yaşananları yaşamak, bir adım daha ilerleyemeyecekler artık bizim bir adım yükselecek yerimiz yok ki (Cornish)
-Benim neye inandığım önemli değil, ama XXDiyojen’in ne düşündüğünü biliyorum, o her bireyin yaşamının ayrı bir tecrübe olduğuna ve bireyin sorumluluğunun hayatı her yanı ile tecrübe etmek gerektiğine inanıyor. (Manx)
- Bu bireysellik saçmalığından çok sıkılıyorum, özgürlük kavramını kabul ettiğimizde bireysellikten de vazgeçmedik mi? (Avestan)
-Hayvan'lar kendilerine, kendine PANTER adını vermiş bir lider seçmişler. (Mahican)
-Lider mi seçmişler? (Kitanemuk)
-Evet ne garip değil mi o da kendisine sonra bir karar destek kurulu seçmiş, yaşam şartlarını iyileştirmeye çalışıyorlarmış. (Old Tibetan)
-Ama biz bunları yüzyıllarca yıl önce yaşadık, ihtiyaçlarımız Artiler tarafından yapılıyor zaten. Uyuma ihtiyacımız yok, yemek ihtiyacımız yok, tuvalete gitme ihtiyacımız yok, üremek için çaba harcamamıza gerek yok, yaşamın tüm arbedelerin arındık. Artık sadece düşünüyoruz......... Ölüm yok, doğum travması yok. (Gallic)
-Hayvan'lar ve Arti'ler arasında yaşayanlar bu süreçlerin hepsini yaşamaya seçiyor, bizim yarın ki oylamanın amacı da bu değil mi? (Slavonic)
-Onlar kürede olmadıkları için oylamaya katılamayacaklar. XXLocke’ın yaptığına anlam verebiliyor musun? Hiç durmadan çalışmayı seçmek? (Chagatai)
-Artık düşünmek istemiyor olabilir mi? (Kariyarra)
- Yarın ki oylamanın amacı insanlık defterini kapamak için mutabakata varma. Artık insanların zirveye çıktığına ve artık yükselecek bir yer kalmamasında hepimiz mütabıkız. Hayvanlara veya Arti'lere geçenler gibi aşağıya inmek yerine her şeyi bitirme kararı vereceğiz. Bu alınan karar 750 yıl önce ölümü durdurma ve cinsel ilişkiye devam ettirme kararlarından sonra alınan ilk karar olacak. (Atakapa)
-Sanırım onu da durdurma kararı alsaydık, bu oylama 600 sene önce yapılırdı. Sence Arti'lere ve hayvan’ların onayını almadan yok olma kararını uygulamak haksızlık değil mi? (Mator)
-XXşimdilikeşim, bazen çok tatlı oluyorsun “haksızlık” gibi tedavülden kalkmış bir kelimeyi kullanmak nereden aklına geldi? (Dalmatian)

Pazartesi, Nisan 30, 2007

28-29 Nisan Fİlmleri

  • Tokyo Godfathers
  • Corpse Bride
  • Fauteuils d'orchestre
  • All the Invisible Children
  • Kabhi Alvida Naa Kehna ffwd geçmek zorunda kaldim, harcanan parayı düşünüp üzüldüm.
  • Paris, je t'aime
  • The Secret Böyle bir filmin çekilebilmesine değil, yayılmasına şaşırdım. Çok iste senin de olur, bayağı çekimlerle sürekli bu tekrarlanıyor. Gösterilen örnekler (çok kaliteli canlandırma çekimleri ile!) ise kadın bir kolye beğeniyor, çok istiyor vitrinden içi gidiyor, kendi üstünde kolyeyi hayal ediyor, sonra kendisine bir erkek tarafından kolye hediye ediliyor! Çocuk bisiklet istiyor, istiyor, istiyor, bir büyüğü hediye ediyor.

Cuma, Nisan 27, 2007

Film Seçkisi 12-13 Nisan

12-13 haftasonu seyrettiklerim,

*Zwartboek

*Das Leben der Anderen

*The US vs John Lennon

*Sennen Joyu

*Efter brylluppet

Das Leben der Anderen ve Sennen Joyu favorilerimdi.

Perşembe, Nisan 26, 2007

Yaşlanmak....

Belli bir yaştan sonra erkeklerin ve kadınların hayat yaşayış şekillerinde bir değişiklik oluyor, sonra pişman olabileceğini bilseler de elime baska şans geçmeyebilir diyip bir değişiklik icin adım atmak ya da kolaya kaçıp depresyona girmek, yaşadığımız yıllar yaşayacaklarımıza kıyasla çoğaldıkça ortaya çıkan durumlar.

Ben de yıllarin etkisi son bir kaç yıldır umursamamak; artık umursamamam kişisel boyutlara geldi. Yaşama numarası yapıp, kendi yaşamımı da, benim yaşamımın başka bireyler üzerindeki izdüşümlerini de umursamıyorum. Hayat içinde elimde olmayan durumlar yüzünden oradan oraya savrulayim istiyorum, hiç bir kritik karar almayayim istiyorum. Değişeceğimi düşünüyor muyum, sanirim hayir.

Belki yaşıyor gibi yaptığım hayat müsvettesini gerçekle ayıramayacak noktaya gelirim. O zaman zaten tüm bağlantılarımla da kopmuşuz demektir. Unutmak en kaçınılmaz olacak.

Kendime dönmeyi düşünmüyorum hayır, müsvetteyi müsvette olarak, benim farkinda olanlar olana kadar devam ettireceğim. Müsvetteyi final kağıdı olarak vermek en istemeyecegim şey, ama şimdilik ondan korkum yok.

Perşembe, Mart 29, 2007

Topağacı'nın Bokları

Altı yıldır Topağacı'nda oturuyorum. Topağacı sakinleri, eski İstanbullu diye tabir edebileceğimiz ailesi sittin senedir orada oturanlardan ve benim gibi göçmenlerden oluşuyor.

Topağacı yokuşundan Nişantaşı'na doğru çıkarken sollu sağlı içinde kuş sütü eksik olmayan şarkuteriler, en son kosmetik ürünlerini barındıran eczaneler, vitrininde "SALDI her şey 129 YTL" gibi indirim cümleleri yazabilen Avrupa markaları satan butikler, bir kaç pastane, bir fırın, marketler, organik besinler satan mağaza, bir kaç çikolatacı, bir kuyumcu, bir takıcı,bir fotoğrafçı, bir kırtasiye, bir kaç kuaför, bir Lostra, kısaca hayatınızın tüm temel ve lüks ihtiyaçlarını elli metre içinde karşılayabilecek tüm kaynakları bulabilirsiniz.

Tüm bunların yanında kaldırımlarda görebileceğiniz ise BOK ya da bok öbekleri. Nitekim Topağacı sakinleri evcil hayvanları çok seviyor. Göz hizamızda olan ev pencelerinde kedilere rastlamak çok olası. Günün her saatinde köpeğini gezdiren köpek sahiplerini de görebilirsiniz. Fakat dışkılarını evde kendilerine belirlenen kumlu alanlara yapabilen kedilerden farklı olarak; köpeklerin hem kakaları daha büyük ve evde kanalizasyondan gönderilmeyen bir yerde tutmak daha dayanılmaz; hem de eğitimleri daha zor olduğu için, her sahip günlük yürüyüş sırasında anlaşılır bir şekilde köpeğinin dışkısını dışarıda bırakmasını tercih ediyor.

Evcil sadık dostlara dönüştürelen batı dünyası köpekleri, iki ayaklı dostları tarafından yürütülürken , çıkardıkları dışkılar dostları tarafından torbalara konuyor ve daha sonra tüm şehrin çöplerini birleştirmeyi ve toplu faydalanmayı ya da yok etmeyi hedefleyen çöp bidonlarını boyluyorlar. Bu Avrupa'da, Amerika'da, Yeni Zellanda'da böyle, fakat Topağacı sakinleri rahatlıkla uyum sağldıkları ve hatta örnek bireyleri oldukları şehirli batı dünyasının bu doğrusunu ret ediyorlar ve köpeklerinin boklarını, nereye yaparlarsa orda bırakmayı tercih ediyorlar. Kaldırımlar, çiçek bentleri, apartman girişleri boklar ile bezenebilir, ama kayışı tutan dost eller bu bokların yerden kalkması için hiç bir tenezzülde bulunmazlar. Böyle bir öneride bulunmaya kalksanız size deli gibi bakabilir ve terbiyesizlikle itham edebilirler.

Batı'da çıkan her akımı daha en yakın halkasına yayılmadan kapan Topağaçlılar için neden
dostlarının boklarını ortak kullandığımız mekanlardan arındırmak bu kadar zor anlamıyorum. İçlerinden biri çıkıp açıklarsa sevinirim.

Ben de belki her sabah güne uyanmamdan 10 dakika sonra öğüre öğüre Topağacı kaldırımlarındaki boklara basmamaya çalışarak yürürken, öğürmemi durdurabilirim belki.

(Not: Evcil hayvan sahipleri göçmenler mi yoksa İstanbullu'lar mı bilmiyorum, orijin bakış açısında fark yaratmıyor olabilir.)

Perşembe, Mart 01, 2007

Emmanuel Gimeno

İstanbul'a geldigimden beri kafamda sakız ettim Gimeno'yu bulacağım, ben de İstanbul'dayım diyeceğim, 1995'ten beri neler yaptığımı anlatacağım diye ama sizi bulmak için gösterdiğim en büyük çaba GSÜ'de çalışan arkadaşı olan arkadaşıma sizin telefonunuzu veya mailinizi bulması için verdiğim haberdi. Hayatıma devam etmeye çalışırken hayatımda var olan bazı insanlarin devam etmek için bana ışık olduğunu hissediyorum, mesafe olarak uzaklaşılsa bile onların var olduklarını bilmek benim var olmamı mümkün kılıyor. Gimeno siz benim hayatımda sadece iki sene haftada 4 saat boyunca Fransızca dersimde ve vitesi selobantla tutturulmuş Renault'nuzda yarım saat eve giderken vardınız. Ama ondan sonra ben sizinle konuşmaya hep devam ettim, bunlar kafamın içinde sizle yapılan dialoglar olsa bile varlığınız benden hiç silinmedi. Hayatımdaki ışıklardan biriydiniz. Altı sene önce İstanbul'a geldiğimde rastlantı eseri sizin de burda olduğunuzu duyunca sizinle tekrar karşılaşmak istedim. Fakat sanırım bunun sadece rastlantı eseri olmasını diledim, gittiğim sinemalarda, konserlerde gözlerim sizi aradı, size rastlamak artık kalmayan fransızcamla vous me rappalez? je suis votre etudiante d'ODTÜ. Vous m'appalais Rive Gauche. demek sonra da sizinle sadece muhabbet etmek istedim. Sanırım sizi daha agresif aramayaşımın sebebi utanmamdı, ne yaptın veya yapıyorsun dediğinizde vereceğim cevaptan utanmam hep bir adım atmış olup sonra size rastlamayı diledim. Ben mühendislikten sıkıldığımı anlatınca beni gazeteci olmaya teşvik etmiştiniz, ben hala değişmeyen uyuz yaklaşımımla çok geç artık üniverste bitti demiştim. Sizle tekrar karşılaştığımda hatırlamazdınzı belki beni ama aynı kaderci rolü ile çıkmak istemedim, hayatı kendi ellerinde olan biri olarak çıkmak istedim.

Gimeno, ben 22 yaşında size hayrandım. Hayata bakışınıza, hayatınızı sürüşünüze, sizin yaşınızdaki diğer insanlardan farklı oluşunuza hayrandım.

Bilinsin, yokluğunuz yerine konulamaz ama benim kalbime ve beynime değdiniz ve ben yaşadıkça da değmeye devam edeceksiniz. Sizden çok özür dilerim yaşarken benim için ne kadar değerli ve önemli olduğunuzu size söylemediğim için. Ölüm haberinizi internette acaba email adresinizi bulabilir miyim diye yine arama yaparken ekşisözlükte gördüm. Gitmişssiniz hem de sekiz ay önce, ondan önce hastaymışsınız,.

Vous me manquez.

Cuma, Kasım 24, 2006

Yalınlızlık

Ne zaman yalnız hissedersin?
Kendin gibi hissettiren biri olmayınca.
Artık kendin olabileceğin biri kalmayınca.
Çevrendeki insanlar aynı kalabilir, fakat başka yöne doğru ilerlerler sen de gidiyor gibi yaparsin oysa senin sadece yansıman ordadır. Gerçek varlığın başka yerde kalmıştır.
Çevrendeki herkes kadar parçaya bölünürsün, onlarla aynı yere gidiyor gözükmek için. Ama herkesle aynı yerde gözükürken kendini unutursun. Kendini beslemeyi unutursun, kendini paylaşmayı unutursun, git gide varlığın silikleşir büzülür. Yansıman katılaşırken, varlığın şeffaflaşır.
En cok kimse ile olmadığın zamanlarda tekrar sevmeye başlarsın kendini, kimsesiz zaman geçirmeyi tercih etmeye başlarsın. Çevrendekilerden uzaklaşırsın çünkü artık kendini daha çok seviyorsundur.
Yanlış mı diye sorgularsın?

Pazartesi, Ekim 09, 2006

AWAKE!!

Awake means- not in a state of sleep. In Turkish, it carries another meaning along with it. It is a word that is used in a sentence for parents telling their children for the last 25 years. “Son, learn to be awake at all times”.

What it translates to is being alert to all situations that can be taken advantage of. To accomplish anything in life you have to be “awake”, being intelligent, assiduous, good, or even lucky is not enough. Especially being good is considered not a positive attribute but an attribute synonymous to stupid. You have to be and act awake to push back other candidates with similar attributes.

I was not aware of this being a prevalent practice particular to my country until I lived and visited other countries. When I was younger I thought we were brave and smart for tricking foreign systems. Be it train tickets we don’t have to pay for unless busted without them, CDs we purchased by mail using dead president names for recipient names but our addresses, stereos we used and returned before their return period, I thought we were pretty good at fooling very fragilely built systems on trust.

When I returned back to Turkey after staying 5 years overseas, the forks of acts I thought laudable started to irritate me at first, and then disgust me. Being awake is at its full now in my country. Queues at airports, banks, bus stops are needless because some awake people think they are not worthy of waiting, they cut in front of others without any plausible explanation, and others, so gullible in their belief in their worthlessness, do not question this, they let other people cut in front of them because they believe if they cut in front of them, they are of course right at doing so. Sometimes you can hear some feeble protests but at the end, usually awake people are pretty loud and are good with their words and attitude, they push back the protester where he belongs, at the very best right behind them! And these conducts are everywhere, the awakes have infiltrated every possible institution, home, work, school. The awakes get higher on every ladder, stepping on others on their way up. Their success gives birth to awake wanna-bes, who like petty criminals are larger in numbers and less subtle in their activities.

I feel literally disgusted at this, I have no problem tricking a system, fooling a government or any institution. My problem is with people believing themselves to be superior to others in doing these acts, and when their thoughts turn to actions the results actulally make them superior. Taking advantage of systems and intstitutions or even specific situations makes life unfair then it already is. Trust becomes impossible and wihout trust all relationships between people and/or institutions turn into a Orwellian nightmare.

Perşembe, Ekim 05, 2006

One of My Remaining Prejudices

In my teens I had many prejudices, in my twenties I humbly learned to let go most of them. And now in my thirties, I can honestly say I am left with a very few of them.

The one that I am finding very hard to relinquish, the one with passing time I feel more dedicated to, is my prejudice against believers. I can not take believers seriously . I mean in any context I can not, be it literature, music or friendly conversation with a friend. If I learn that a person believes in a higher being and that higher being’s dominion is somewhere else, and that we are expected at that dominion sometime; my position, my regard to that person’s outputs alter immediately.

For me believing in a form of higher being- that is not explicable with any reasoning mind- makes one’s mind open a crack to let in other favorable receptions other than the explainable. Believing with the help of religions facilitates lots of things, dictation of good or bad, fear of oblivion, dealing with dead loved ones, feelings of injustice.. The list can go on and on for every obstacle a person faces in life she can get around it by taking the ubiquitous warm hands of religion. Believing is indeed a savior for the person who in due or undue time will meet personal catastrophes. But I cannot trust a person who is so willingly gullible. One tries to lessen the effects of the blow, one tries to fool his self with make believe creatures and magic places. Then why not create other stories for the unexplainable (which in fact is explainable by evolution theory), but stick with one story for centuries to come? Maybe it is hoped that as time passes the belief solidifies itself like a rock form. I think not! I think a person must question everything’s validity. A story’s being past on from generation to generation does not make it legitimate.

And when someone chooses not to question and adapt to what he is handed over with, I question the one’s motives and more importantly his regard to life. Not taking the responsibility of his decisions and actions, being just and true without thinking about them is just as not acceptable with me being not good. Actually “being not good” consciously demands respectability because it is probably a well thought action than being good, just to be good.

When one chooses to believe in magic places not to deal with pain, how can one ever be expected to make choices based on his own reasonings or even feelings. They will always be open to alteration

This is my prejudice and will remain to be so until further notice!