Cuma, Kasım 24, 2006

Yalınlızlık

Ne zaman yalnız hissedersin?
Kendin gibi hissettiren biri olmayınca.
Artık kendin olabileceğin biri kalmayınca.
Çevrendeki insanlar aynı kalabilir, fakat başka yöne doğru ilerlerler sen de gidiyor gibi yaparsin oysa senin sadece yansıman ordadır. Gerçek varlığın başka yerde kalmıştır.
Çevrendeki herkes kadar parçaya bölünürsün, onlarla aynı yere gidiyor gözükmek için. Ama herkesle aynı yerde gözükürken kendini unutursun. Kendini beslemeyi unutursun, kendini paylaşmayı unutursun, git gide varlığın silikleşir büzülür. Yansıman katılaşırken, varlığın şeffaflaşır.
En cok kimse ile olmadığın zamanlarda tekrar sevmeye başlarsın kendini, kimsesiz zaman geçirmeyi tercih etmeye başlarsın. Çevrendekilerden uzaklaşırsın çünkü artık kendini daha çok seviyorsundur.
Yanlış mı diye sorgularsın?

Pazartesi, Ekim 09, 2006

AWAKE!!

Awake means- not in a state of sleep. In Turkish, it carries another meaning along with it. It is a word that is used in a sentence for parents telling their children for the last 25 years. “Son, learn to be awake at all times”.

What it translates to is being alert to all situations that can be taken advantage of. To accomplish anything in life you have to be “awake”, being intelligent, assiduous, good, or even lucky is not enough. Especially being good is considered not a positive attribute but an attribute synonymous to stupid. You have to be and act awake to push back other candidates with similar attributes.

I was not aware of this being a prevalent practice particular to my country until I lived and visited other countries. When I was younger I thought we were brave and smart for tricking foreign systems. Be it train tickets we don’t have to pay for unless busted without them, CDs we purchased by mail using dead president names for recipient names but our addresses, stereos we used and returned before their return period, I thought we were pretty good at fooling very fragilely built systems on trust.

When I returned back to Turkey after staying 5 years overseas, the forks of acts I thought laudable started to irritate me at first, and then disgust me. Being awake is at its full now in my country. Queues at airports, banks, bus stops are needless because some awake people think they are not worthy of waiting, they cut in front of others without any plausible explanation, and others, so gullible in their belief in their worthlessness, do not question this, they let other people cut in front of them because they believe if they cut in front of them, they are of course right at doing so. Sometimes you can hear some feeble protests but at the end, usually awake people are pretty loud and are good with their words and attitude, they push back the protester where he belongs, at the very best right behind them! And these conducts are everywhere, the awakes have infiltrated every possible institution, home, work, school. The awakes get higher on every ladder, stepping on others on their way up. Their success gives birth to awake wanna-bes, who like petty criminals are larger in numbers and less subtle in their activities.

I feel literally disgusted at this, I have no problem tricking a system, fooling a government or any institution. My problem is with people believing themselves to be superior to others in doing these acts, and when their thoughts turn to actions the results actulally make them superior. Taking advantage of systems and intstitutions or even specific situations makes life unfair then it already is. Trust becomes impossible and wihout trust all relationships between people and/or institutions turn into a Orwellian nightmare.

Perşembe, Ekim 05, 2006

One of My Remaining Prejudices

In my teens I had many prejudices, in my twenties I humbly learned to let go most of them. And now in my thirties, I can honestly say I am left with a very few of them.

The one that I am finding very hard to relinquish, the one with passing time I feel more dedicated to, is my prejudice against believers. I can not take believers seriously . I mean in any context I can not, be it literature, music or friendly conversation with a friend. If I learn that a person believes in a higher being and that higher being’s dominion is somewhere else, and that we are expected at that dominion sometime; my position, my regard to that person’s outputs alter immediately.

For me believing in a form of higher being- that is not explicable with any reasoning mind- makes one’s mind open a crack to let in other favorable receptions other than the explainable. Believing with the help of religions facilitates lots of things, dictation of good or bad, fear of oblivion, dealing with dead loved ones, feelings of injustice.. The list can go on and on for every obstacle a person faces in life she can get around it by taking the ubiquitous warm hands of religion. Believing is indeed a savior for the person who in due or undue time will meet personal catastrophes. But I cannot trust a person who is so willingly gullible. One tries to lessen the effects of the blow, one tries to fool his self with make believe creatures and magic places. Then why not create other stories for the unexplainable (which in fact is explainable by evolution theory), but stick with one story for centuries to come? Maybe it is hoped that as time passes the belief solidifies itself like a rock form. I think not! I think a person must question everything’s validity. A story’s being past on from generation to generation does not make it legitimate.

And when someone chooses not to question and adapt to what he is handed over with, I question the one’s motives and more importantly his regard to life. Not taking the responsibility of his decisions and actions, being just and true without thinking about them is just as not acceptable with me being not good. Actually “being not good” consciously demands respectability because it is probably a well thought action than being good, just to be good.

When one chooses to believe in magic places not to deal with pain, how can one ever be expected to make choices based on his own reasonings or even feelings. They will always be open to alteration

This is my prejudice and will remain to be so until further notice!

Cuma, Ağustos 11, 2006

Kişisellik Eşiğimiz

tatilde okuduğum makalelerin özetini yapamadan başıma bir şey geldi, onu yazıcam; sinirliyim ..

Haftasonu Varan ile Akçay'a gidiyorum, üç gün önce telefonla biletimi aldım. Yani telefonda gitmek istediğim varış yerini, çıkış noktamı, yolculuk edecek yolcunun cinsiyetini (ben), kontak için cep telefon numaramı ve kredi kartı numaramı ve son kullanma tarihini telefondaki görevliye söyledim. Normalde cep telefonumu dukkanlara kesinlikle vermiyorum, taciz text mesajları sinirlerimi; ve yasgunumde sabahın korunde ilk kutlamaların bankalardan ve alışveriş yaptığım mağazalardan olması da moralimi bozuyor.

Bu sabah cep telefonuma baktim akşamdan kalma bir cevapsız çağrı vardı, tanımadığım bir numara önemsemedim. Sonra işte öğlene doğru bir daha telefonuma baktım iki tane daha 08:27'de aynı numaradan cevapsız çağrı gelmiş olduğunu gördüm, ve "Rakibe Hn. bu gece Balıkesir'e gitmeliyim, sadece siz müsaade ederseniz ..." gibi bir mesaj var. Ben bir şey anlamadım, numarayı aradım, açan kişi;

" Rakibe Hn ben de size mesaj bıraktım bilet buldum" dedi.

Ben "siz kimsiniz dedim?" dedim- çünkü mesajın tamamını okumadan aramıştım, ilk önce Yaylagül'ü sandım ama o bana Hanım'lı hitap etmiyor. Telefondaki kişi açıkladı. Varan'dan benim telefonumu almış, ve yanımda oturmaya izin almak için benimle kontağa geçmeye çalışıyor. Sonra dinledim cep telefonuma da aynı kişi benzer sesli mesaj da bırakmış.
Yazdığı mesajın da gerisi "bay yanına bayan veriyorlar ... " diye devam ediyor.

Benim telefonu kapadıktan sonra beynim döndü, benim cep telefon numaram ve ismim tanımadığım adamın birinde! Varan'ın çağrı merkezini aradım, çıkan kişi, ık mık demenin dışında, benim kaydımı kimin yaptığını görmeye çalıştı sistemlerinde bulamadı, ben size halkla ilişkiler telefon numaramızı vereyim dedi, verdi. Ben halkla ilişkiler departmanından Kahraman Bey ile görüştüm, kendisi ilk önce olanın imkansız bir şey olduğunu ve Varan'ın politikalarında asla böyle bir şey mümkün olmadığını söyledi. Arayanın Varan personeli olabileceğini söyledi, ben de hayır Varan personelini olmadığını, kişinin kendini tanıttığını söyledim ve kişinin cep telefonu numarasını verdim. Aradan 6 saat geçtikten sonra Kahraman Bey'i tekrar aradım, kendisi olayı çözmeye çalıştığını söyledi, telefonumu alan kişiden cep telefonumu hangi personelin verdiğini öğrenmeye çalışmış, ama kişi demiş ki Rakibe Hn'ın telefonunu ben direk almadım, Varan personeli bir tanıdığıma vermiş, o verdi bana telefonunu, kendisine ulaşıp sorayım. Daha da durum vahim yani. Herkeste telefonum var.

Kahraman Bey'e de söylediğim gibi olayın bir personelden kaynaklandığını kabul etmiyorum, sorunun varolduklarını sandıklarını şirket politikalarını yürütemeyen Varan'da olduğunu düşünüyorum. Servislerini diğer şirketlerden daha pahalıya sunan bir şirketin personel seçiminin; eğitiminin, prosedür ve politika yaygınlaştırmasının daha iyi olmasını bekliyorum. Bu ay kredi kartımda bilmediğim bir harcama olursa, ilk şüphe duyacağım kaynak ne olacak onu da biliyorum. Varan'ın sexist politikalarında; araçta boş yer sadece "Bay" yanı kalmış ise siz kadın olarak o koltuğu alamıyorsunuz, ama cep telefonunuzu ve ismininiz erkekler tuvaletinde duvara yazar gibi herekse vermekte sakınca bulmuyorlar!

Üçüncü parti şirketlere kişisel bilgilerimizin ne kadarını vererek kendimize yarar sağlayabiliriz, hangi noktadan sonra bu bize zarar olarak döner bilmiyorum. Ama yaşadıklarım bu paylaşımın tehlike sınırında olduğunu gösteriyor. Paylaşılak bilgilerin özel kalması veya bilgilerin bir kısmının paylaşılması gibi yöntemlere gidilmesi gerekiyor. Basit bir alışveriş sonrası, herhangibir mağaza; fatura için adres, cep telefon numarası, varsa sabit ev numarası gibi numaraları istemekte ve çoğu insanda bu bilgileri vermekte sakınca görmüyor. Bu bilgilerin üzerine aldıkları kredi kartı numaralarını da ekleyince aslında hayatınızla ilgili takip edemeyecek bir şey yok gibi. Ne zaman evdesiniz değilsiniz, kredi kartı bakiyeleriniz, telefon konuşmanızın dökümleri, kötü niyetle ve doğru araçlarla tüm bunlara ulaşılabilir.
Tehlikeli.., çok

Salı, Ağustos 08, 2006

Tatilde Okuduklarım ve Özetleri

DRAFT

  • No Sex Please, We're Post Human Slavoj Zizek
  • Entering Global Anarchy Immanuel Wallerstein
  • Gombrich and Danto on Defining Art
  • HBR Breakthrough ideas for 2005

Harvard Business Review'un 2005'in çarpıcı fikirleri diye öne sürdüğü 20 fikirsdn aklımda kalanlar:

Makale bir buçuk senelik olduğu için de okuduktan sonra bu fikirler gerçekten bu çarpıcı firkirlerin yaygınlaştığını görmek için araştırma yaptım.

1) Ses teknolojilerinde ilerlemeler:

Sonification denen teknoloji kullanımı yaygınlaşacakmış. Sonification komplex veriyi, yani birden fazla şey ifade eden bilgileri, bir konuşma olmayan ses ile açıklayacaklarmış. Bunun basit örneğini earcon'larla vermişler. Earcon'lar görsel icon'ların (ya da eyecon); sesli olanları. Mesela bir dosyayı geridönüşün kutusuna attığınızı "fışş" diye bir ses anlatıyor. İşte o earcon ların kullanımında artış olacakmış, bu olay data warehouselarda'ki verilerin saklanma şekline kadar gidecekmis. Aynı şekilde sonification teknolojisinin bilimin çeşitli alanlarında kullanılmaıs için araştırmalar/çalışmalar devam ediyormuş. Mevcut kullanım alanları :

Geiger Counter: Havadaki radyosyon partikülerimi ölçümleyen araç, "dıt" ları ile radyasyon seviyesini bildiriyor.

Pulse Oximiter: Ameliyat salonlarında, hastanın kanındaki oksijen sevisyesini ölçen araç, doktor hastasını ameliyat ederken hayai önem taşıyan bilgiyi de kulağı ile takip edebiliyor.

Görme Özürlülerin de kullanımı için değişik çalışmalar da devam ediyormuş.

Öğrenmek tekniklerinde garifikler yerine ses teknikleri kullanılması aynı şekide popülerlik kazanıyormuş.

Bir de directional sound diye adlandırılan bir teknolojinin aynı şekilde yaygınlaşmasından behsedilmiş, aynen laser beam'ler nasil uzaktan sadece seni hedefleyebilir, bu sefer ses sadece seni hedefleyecekmis. Bizler gorsel medya icinde bogulurken bu kişielleştirilmiş ses mesajları daha fark yaratıcı olacakmış. Anladığım kadarıyla mesela Nişantaşı'nda yururken, birden bir tek noktadan geçerken duydgum soyle bir ses olacakmış, Elaidi'de yüzde elli indirim başladı" (gerçi bunun sonu şizofreniye kadar gider)

Bir de bu directional soundun kullanım örnelerinde çok hoşuma giden başka bir şey, arabada giderken radyo açıkken arabadaki kişiler farklı radyo istasyonları duyacaklarmış.


2) biometric artik sadece guvenlik icin kullanilmaktan cikip servislerle kucaklascakmis. Mesela Asya'da bir havayolu 2005'te pilota başlamış, check in süresini 3 dakika (tam hatırlamıyorum beş te olabilir) gibi kısa bir süreye indirmişler. Yani seni gözünden parmak izinden falan tanıyıp check-inini yapıveriyorlar. Bu bizim burdaki havaalanı için süper olurdu


3) blogging, blogging, blogging... Pazarlamacılar nasıl bloglarda reklam verebiliriz onun degisik modellerine gidiyorlarmış.


4) flipping without floppingİyi liderlerin nasıl başarılı bir şekilde fikir değiştirebileceklerini savunuyolar, ki bence de haklılar. Ama önemli olan fikri değiştirirken zayıf ya da kararsız izlenimi vermemek o kotu oluyor. Fikir değiştirmek kötü liderlik göstergesi değildir, önemli olan fikri değiştirirken nasıl bri mesaj verdigindir.


5) Velcro Organizasyon yapısıHarvard Business School, McKinsey bu modeli kullanıyormus, özellikle enternasyonel şirketler arttıkça organizasyon yapısı hantallaşıp, esnekliğini kaybediyormuş. Bir coğrafyadaki satış müdürü hem merkezdeki yöneticisine hem de bulundugu ülkedeki yönetciye raporlayınca gereksiz bir bürokrasi meydana geliyormuş. Onun yerine kişilere fonksiyonel sorumluluklar verip raporlamalrı fonksiyon bazında yapılmasını öneriyo bu model. Yani A B'ye X konusunda raporlarken, B'de A'ya Y konuusnda raporlama yapabilir, vs vs


6) Intellectul Property raightlarinda bir kriz bekleniyor, özellikle bu Çin'in her şeyi korsanlama konusunda becerisi git gide arttıkça kriz yaklaşıyor. Bunu biliyoruz zaten...

7) Bir de Service Sciences - bu ilginc geldigi icin aklimda kaldi ama tam anlayamadim. Simdi diyorlarki artik computyer science gibi Service Science ın da okulların müfredatına girmesi gerekiyor. Nasıl Computer Science'ın bugunkü programları yıllar içinde olgunlaştı ise, Servis Science'in da öyle olackatır. Artık GMSH'lerin %70 leri servisler ile saglndiği icin artık servis vermeninin de kendi başına okullarda bir alan olarak şekillenmesinden bahsediyorlar

8) Bir de ülkelerin risklerini hedge edebilecekleri bir yöntem olarak equity swapping den bahsetmiş Türkiye için pek olmaz bence çünkü belirli bir alana konsantre, bağımlı degil marketi

9) Demand side innovation-

10) Güvenirliğe Karşı Doğruluk-

10) Okuduğun her şeye inanma

  • Running Wild - J.G. Ballard

TBC

Hanfendilerin Adı Yok

Uzun zamandır yaptığım en huzurlu tatili yaptım geçen hafta.

Marmaris'te, Bozburun'da.

Normalde her gideceğim yer hakkında araştırma yaparım, gidilmesi, yapılması gerekenleri basar sıralar ve program yaparım. Bu sefer hiç bi program yapmadım. Dolayısı ile tatil boyunca sadece yattım ve biraz okudum. Bozburun'da Sabrina's Haus diye bir yerde kaldık. Bozburun köyüne geldikten sonra evi arıyorsun, "geldik" diyorsun, seni katamaran-sal arasi bir araçla alıyorlar.

Geldiğin yer sanki koydaki adalardan birinde bir tanıdığının evi, tanıdığın yok ama hiç sesleri çıkmayan (bu hem güzel birazcık ta stresli herkes fısıldayarak konuşuyor, cep telefonları titreşimde(benimki hiç çekmedi), herkes birbirine günaydın, iyi aksamlar diyor ama bir sonraki adım asla atılmıyor-yaş ortalaması 25 - 45 arası, 25in altı kimse yok- sadece bir gün çocuklu bir aile vardı, ertesi gün o aile gitmişti) başka misafirler ve yüzleri ve gözleri gülen eve ve sana bakan kişiler var. Ben üstüste bu kadar sağlıklı ve güzel yemek yemedim. (Kendi şaraplarımızı kendimiz götürdüğümüz için, bu kadar güzel de içmedim üstüste diyebilirim).

Kahvaltıdan sonra incir ağacının altına konuşlanıp günün geri kalanını ağacın incirlerini yiyerek, karşıkı adaya kano yaparak, dubada balıklama atlayışımı(ve çivileme atlayışımızı-bu kısımda birazcıcık sessizliği bozuyor muyuz stresi yaşayarak) çalışarak, her gün attığım kulaç sayısını arttıtarak, akşamüstüne doğru ağacın incirlerinden hiç kalmış mı, ya da sabahtan beri tekrar olgunlaşmış mı diye tekrar bakarak, bastığım makaleleri okuyarak, bazılarını atlayarak , yan şezlongda yatan çocuğun okuduğu felsefe ansiklopedisinde kime geldiğini takip etmeye çalışarak, on saatimizi böyle geçirdik.

Bir daha gidersem Söğütlü köyüne gideceğim, Tobias'ın yarım gün attırdığı ada/koy turunu tamamlayıp adalardaki Antik Çağ+ Bizans kalıntılarını gezeceğim, adalardaki susuz keçilere su taşıyacağım, badem ağaçlarından badem topluyacağım, Bozburun'da tekne yapımını seyredeceğim, ay ışığında yüzeceğim.

Her yerde gerilmemi gerektirecek bir şey bulabildiğim için- burda aslında hiç gerilmedim ama başka yerlerde daha önce gözlemlediğim, ama burda bunca rahatlıkta gözüme batan şey; Personel bazı kişileri herhalde önceden tanıdığı için, Tamer bey, Yüksel Bey diye hitap ediyor, ne alırsınız, buz alır mısınız vs, ama kadınların hepsi hanfendi, onların adı yok.
Yüksel Bey, ne alırsınız, ya hanfendi?
Tamer Bey, çay içer misiniz? Hanfendi siz?
Bu bir kere olmadı 4-5 farklı çift ile aynı durumu duydum.
O kadınların adı yok mudur? Bey denilenlerin neden önüne özel isimleri geliyor ama hanfendi diye hitap edilenlerin neden gelmiyor?

30 Temmuz Depeche Mode Konseri

Depeche Mode fanatiği değilim, ama Aykut Bey gelip iki fazla bilet oldugunu söyleyince, Roger Waters konserini kaçırdığıma ne kadar pişman olduğumu hatırladım ve hemen tamam fazla ise alayım dedim. Zeynep ve Didem'in konserin hayatlarında gördükleri en güzel konserlerden biri olduğunu söylemesi ile de pek mutlu oldum.

Biletin üstünde konserin saat 21:30 da olduğu yazıyordu. Ben de saat 19:30 da evden çıktım, ve Kuruçeşme'ye yürüyerek gitmeye karar verdim. Beşiktaş'ta durakladim, bir t-shirt aldım, Ortaköy camii'ne her baktığımda içim açıldığı için Ortaköy'de iç tarafa girdim, sonra Starbucks'ta tuvaleti kullanmak için buzlu çay ve tuvalet arasi verdim, ve 21:00 gibi KuruÇeşme arenanın önünde oldum. İçeri girme sırasının en sonuna geçtim, gayet hızlı ilerleniyordu, fakat sürekli önüme çiftler, arkadaş grupları kaynak yapıyor, "abi geç ne olcak, aynı sıra" lafı ile önüme geçiyorlar, kurnaz türk insanı gururu ile. İsterik orta yaşlı kadın profiline birinci dakkadan girmek istemediğim için sustum, yanımda biri olsaydı ona dırdır ederdim, ama bu sefer kendimi telkin etmeye kullandım tüm enerjimi.

Sıranın sonunda barkod okuyuculu genç çocuklara biletinizi okuttuktan sonra, güvenlik tak'ından geçilmesi gerekiyor, ama bana sıra geldiğinde güvenlik görevlisi geçmemem için beni uyardı, kadınlar gelmesin, sadece erkekler dedi. Ben ne oldugunu pek anlamadım arkamdan erkekler hafif beni omuzlayark önüme geçtiler. Ben bu sırada durumu kavradım sadece kadın güvenlik görevlileri kadınlarin çantalarına bakabiliyor, ve kadın güvenlik görevlisi bir kadının çantasındaki ilaçlara takmış, bitmeyecek bir münakaşa sürüyor,
" ilaç içeri sokmak yasak"
"ankaradan geldim, ilaçlarımı almak zorundayım"
"ilaç sokmak yasak"
"ankaradan geldim, ne yapsaydım, her akşm almam gerek"
"ilaç sokmak yasak"
ben bekleyemicem dedim ve önümdeki oğlanları aşarak içeri girdim. Kimse bir şey demedi.

Konserin başlamasına 15 dakka kaldığı halde, ortalara kadar rahatça ilerleyebildim, ve Rus-Türk karışımı bir grubun arkasında durdum. Sonraki beş dakika içinde bir şey oldu arkadan bir guruh insan ve dirsekleri öne geçme hırsına girdiler. Sürekli dirsekler oramda buramda iteklendim, bunun bi konser oldugunu rahat olmam gerektiğini kendime soyledim yine. Konser tam 21:31 de başladı, yani Depeche Mode beni utandırarak kendilerine tanıdığım zaman aralığının birinci dakkikasınna sahneye çıktı. Fakat konser başlayınca insanlara kıllanmaktan fark etmediğim bir şeyi fark ettim ki bu Arena düz ayak bir yer, konser sahnesi ise yerden nerseyse sadece bir karış yüksekte, hiç birşey gözükmüyor. Bu sırada sırtıma bir kız göğüslerini dayadı, kulagımın dibinde bagiriyor, şarkı mırıldanma değil de sadece bağırma, sağ arka çaprazımda bir adam puro içiyor. Önümdeki Ruslar önlerine geçen herkse kıl oldukalrı için rahatsız etme amacı ile dans ediyormuş süsü ile zıplayıp bağırıp çevrelerini genişletmeye çalışıyorlar. Sahneye konulmuş ekranlara bakıyorum ama onda da video klibi görüntüleri geçiyor, kızın göğüslerinden sırtımdan ter akmaya başlayınca, en en en arkaya gittim. Orda Sibel'leri gördüm bir şarkı daha durdum ve hemen çıktım, taksi bulamadım Sorti(ya daReina unuttum)'ye kadar yürüdüm,ordan taksiye bindim.

Konseri anlmadım, Touring the Angel'i indirdim, pc'den dinliyorum daha keyifli oluyor.

Salı, Haziran 06, 2006

Artık Korkuyormuşum

Geçen hafta bir kere denemiştim, bu hafta başından itibaren her sabah 06:10’da kalkıyorum, 06:40’da evden çıkıyorum, bizim yokuşu tırmanıyorum, Harbiye’den simitçiler, koşanlar arasında geçiyorum. İstanbul’u sevebilmeyi anlıyorum, devam ediyorum, Taksim Parkı’nın yanından geçiyorum, ayakkabım ve asfalt erisin gitsin, çıplak ayaklarım toprağa değsin istiyorum.

Bugün yine Taksim Meydan’ında hiç trafik olmadığı için ana yollardan yürüyüşümde hiçbir duraksama olmadan geçtim. Hava sabah o kadar güzel oluyor ki, tertemiz, hafta sonu karınca parkına benzeyen Beyoğlu tek tük koşan turistler, geceden kalanlar dışında bomboş. O sırada yanımdan beni uzaktan beri kesmekte olan herif yaklaşıyor ve dibimden geçerken böyle sessiz bir şekilde havayı içine çekiyor, bir şeyler söylüyor ve geçip gittikten sonra da arkasına bakmaya devam ederek mırıldanarak bir şeyler söylüyor. Ben hiçbir şey yapamıyorum, eskiden olsa, birden bağırmaya başlar “ne dedin yüksek sesle söyle, duyamıyorum” diye bağırırdım. Fakat şimdi korktuğumu fark ettim, haksız bulunmaktan korkuyorum, diğer geçenlerin baksana kadının üzerindeki bluz dar, eteğinin bak bi tarafı kısaymış, adam ne yapsın gibi şeyler akıllarına geleceğini düşünüyorum, ve susuyorum. Sonra bütün yürüyüş boyunca ben nasıl bir insan oldum diye onu düşündüm. Ortam yapmış olsun olmasın, nasıl bu kadar korkaklaştım anlamadım, yaşım ilerledikce varligima gelecek tehditlerin hepsinden korkar oldum. Eskiden göze alabileceklerimi alamamaya başladım. Bu kendime daha fazla değer verdiğimden değil, sanırım sonun gerçek oldugunu her gun bir kez daha hatırlamaktan ve kafamın icine daha cok yer etmesinden.

Cuma, Haziran 02, 2006

Taharetlenenlerden misiniz, taharetlenmeyenlerden mi?

Elimde değil, taharetlenme eyleminden hep iğrendim. Alafranga tuvaletlerdeki klozetin içindeki o uzun boru’dan, alaturka’larda yerde duran plastik sürahiden.

Simdi yaptığım araştırma sonucu öğrendim ki bu taharetlenmenin de değişik modelleri varmış,
bazıları hiç el desteği almadan sadece tazzikli sudan yararlanıyormuş, bazıları el yardımı olmadan asla diyorlar, bazı kadınlar her iki tuvalet tipi için kullanıyorlar, bazıları erkekler gibi tek. Bu farklılaşma, yaş, cinse pek bakmıyor. Hatta Japonya'da ki ıslat kurut metodu olduğunu düşünürsek millete de bakmıyor... Devamı var....

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

David Blaine, Ata, and all the rest



Voyeurism: a prying observer who is usually seeking the sordid or the scandalous
Voyeur: someone who does the act of voyeurism.
, And let’s call someone who becomes the object of the act voyeurism is called a watch-object (made-up word).

Although these words had sexual connations just a decade ago-since the 90s we all have become voyeurs and eager objects of watch thanks to different media channels.

For me, the act started with an MTV Show “ The Real World” Los Angeles in 1993 (apparently the show was on air since 92, but I missed the first season) . I enjoyed watching the cast who were around my age, I devotedly sat in front of their bickering, love interests, and ambitions. I sided with some of them and disliked some of them. I discussed them with my friends. And to all this, I became addicted, it became one of my favorite shows, the real lives of my peers across the ocean. No imagination invested, no acting required, just the lives of people like me. I strongly disliked Puck and discussed what an asshole he was, do not caring if I wanted to observe Puckalikes, I did not need to look very far away than my university dorm.

Overtime reality shows diversified to satisfy us voyeurs needs, more extreme people were casted at more extreme situations. The more bickering the better, the more opposite belief clashes , the better.

Reality shows with potential brides, grooms, and mother in laws; shows with very large people dieting, shows with just being locked into a house with ten other people for two months- found a very wide audience. Young men and women actually enjoyed choosing their alleged life partners on a live TV show. These so called contests all had big prize moneys associated with them. Although the money itself was an incentive enough to participate, most of these people seemed to enjoy displaying themselves on TV. Last year one of the contestants, Ata, on the bride-groom shows OD’d. We read and watched the news of his death as a continuation of the show that had just ended a couple of months ago. Then the show and its likes were held responsible by the public and media. But the show itself is not a living organism, it is just a channel that meets the voyeur and its objects, who are both enthusiastic to enroll in their roles.

Then comes the likes of David Blaine, some may argue he is one of a kind. But I see him as an extention of what people are willing to go through to reach the pinnacle of being a watchee . He wants to become the highly admired object of the voyeurs, by doing a display act that most of its watchers would dare not to do. He is actually risking his life doing the acts. He has been hospitalized more than once. He is the personification of utter disrespect for the human life. I am not sure how the mother of a boy who is struck with a terminal illness and struggling to hold on to his life, feels towards Blaine who is so on the verge of letting go of his life just for a record for holding his breath longest. Disregard for our lives is a personal matter, and we may choose to live more dangeorusly, take more risks and so on. But to make this a public matter tells much more about Blaine and us voyeurs.

Salı, Mayıs 09, 2006

Köpekler ve İnsanlar


Pazar günü Çeşmealtinda erken kalktim, yuruyuse cikmak icin babamin kalkmasini bekledim, cunku bahcede iki tane kopek var, ve bir tanesi geçen sene Muzafferi isirmisti, ayni seyin benim başıma gelmesini istemiyorlar.

Köpeklerimiz bağlandı ve ben Çeşmealtı'nın kasabasına doğru yola çıktım. Yürüyüşümde köpeği ile yürüyen bir kadına, bir adama ve küçük bir kız çocuğuna rastladım.

Kiz çocuğu yavru bir Husky'nin arkasından yetişmek için tasma kayışı hayvanın boynunda, koşar adımlarla boynu dik atkuyruğunu sallaya sallaya yürüyor. Dikkat çektiğinin bilincinde.

Kadın, av köpeğini kayışından salmış, köpek önde o arkada kayış elinde sabah yürüyüşünü yapıyor.

Adam da benim gibi gazete almaya gelmiş, çok görkemli bir kurt köpeği var yanında, tasma yok. Fakat adamın elinde bir sopa var, bakkalın önünde köpeğe sopayı sallıyor "bekle burda, yoksa dayağı yersin, bekle diyorum, kıpırdama, bekle, bekle"

O adam, kadın, çocuk;köpeklerde insan ilişkileriyle belki de tatmin edemedikleri duygulari tatmin ediyorlar. İtaatkar, sevgi dolu, kolay affeden köpeklerde.

Evcil köpeklerin yaratılmasında insanlar Tanrı'cılık oynamış. Diğer çoğu hayvanlar evrimlerini "şanssal" koşullarda yaşıyor olsada köpeklerin evrimini insanlar "üretim evlerinde" kendi işlerini yaşayacak özelliklerin sürekalmasını sağlamışlar. Koruyuculuk, avcılık istenilen özellikler; sürekli havlama, itaatsiz davranışlar istenmeyen özellikler. Köpekler ile insanlar arasında tek taraflı sözde bir dostluk yaratilmis. Günümüz köpekleri ve sahipleri arasındaki ilişkiyi; yarattığı yaratık ve Victor Frankenstein'ın ilişkisine benzetiyorum. Yaratıcı rolüne soyunma müthiş isteği ile insan ve onun masum kurbanları. Bugün çoğu insanın yanındaki "dost" aslında insan olmasaydı olmayacak bir yaratık, ve varlığını borçlu olduğu insana, sadık, kuyruklarını sallıyor.

Pazartesi, Nisan 24, 2006

İpek Böceği Beslemek


Ben İzmir'de ilkokuldayken (1978-1983 ) bizim okuldaki çocuklar gibi bende ipek böceği beslerdim. İlkokulumuzun önünde birisi olur ve küçük kurtçuklar satardı. Biz de hemen defterlerimizden bir kaç sayfa koparıp kenarlarını bir kalem yardımı ile büzüştürüp kurtcuklarımızı eve taşiyana ve daha uygun bir barinaga-genelde ayakkabı kutusu- koyana kadar beşikçikler yapardık. Daha sonra beslemek için dut yaprağı toplamak gerekirdi, ben babamı arayıp, işten gelirken dut yaprağı toplamasını söylerdim-neden kendim toplamazdım hiç bir fikrim yok, herhalde boyum yetişmezdi. Mutlaka bir kaç ince dal da koparmasini söylerdim ki ayakkabı kutusunda gerçek bir ağaç ortamında hissedebilsinler kendilerini. Bir de kurtcukları aldığımız adam da ipekböceklerinin koza yapabilmeleri için dallı yapraklı bir ortama ihtiyaçları olduğu konusunda uyarırdı. Kurtcuklar çok hızlı bir şekilde şişko bir ipekböceğine dönüşürdü. Dut yaprağı yetiştirmekte zorlanırdım bazen, tüketim hızları inanılmazdı. Gece yattığımda kıırt kırt onların yaprak yeme sesini duyardım, açıkçası hafif iğrenirdim, hele iyice şişkolaştıklarında okşadığımda o hafif kaygan ipeksi dokudan çok kötü olurdum. Bir süre, ipek'in ipek böceklerini ezerek derilerini kullanarak yapıldığını sandığım. İğrenme, acıma, anne sevgisi.. her şeyi bir arada hissettim. Sonra ipek'in kozalardan yapıldığını öğrendim ve rahatladım. Daha sonra kozalardan ipek yapabilmek için kozanın delinmemesi gerektiğini o yuzden, ipek böceklerinin kozalarını delip kelebek olarak hayatlarının son dönemini yaşayamadan kozaların içinde böceklerle kaynar suya atıldığını ve bir üretim tesisinde kazanlarda can verdiklerini öğrenince yine kötü oldum.

Ben hiç bir zaman kelebeklerin kozadan çıkışını göremedim. Koza örmeye başlarlardı, o süreci itina ile izlerdim. Bir koza sadece tek bir iplik ile yapılırmış, ilk önce destek kısımları, sonra dış ağı en son da iç ağı tamamlarmış. Ve bir koza 800 m civarında ipek ip ile yapılırmış! Bu kadar enerji harcadıktan sonra yine enerji depolamadan nasıl metamorfoza giriyorlar bilmiyorum, herhalde önceden yedikleri yapraklar yetiyordur.
Kozalar tamamlanır, bir süre geçer biz Çeşme'ye giderdik. Döndüğümüzde delik kozalar ve odanın her tarafında dağılmış ölü kelebekler bulurduk.

Benden sonra Muzaffer'in ipekböceği beslediğini hatırlamıyorum. Bir yıl geldi satıcılar okula mı gelmedi, yoksa çocuklar ilgisini kaybetti bilmiyorum, ama ne zaman dut ağacı görsem aklıma gelen, beslediğim onlarca ipekböceği.

Şimdi hatırladım bir de yumurtlarlardı, minik minik bir sürü yumurta, ama o yumurtalardan bizim evde bir şey çıktığını hic görmedim.

İpek'in bulunusu M.Ö. 3000 yıllarında Çin'de, hatta internette bazı kaynaklarda daha oncesinden bile bahsediyorlar fakat kanıtlanabilir tarih M.Ö. 3000. Ipekböceği ve ipek arasında baglantının ilk bulunusu ile ilgili cesitli yorumlar, hikayeler var, cogu da İmparatoriçe Xi-Ling-Shih'e ithaf edilmiş. İlk başta sadece soyluların kullanımındaymış saha sonra tüm Çin'e yayılmış. Çinliler uzun süre ipek yapımını gizli tutmaya çalışmışlar. Fakat ipek böceği yumurtalarını dışarı çıkamak ve üretim yöntemlerini yabancılara açıklamak ölüm cezası getirdiği halde Uzakdoğu da Japonya yayılmasını engelleyemişler. Rivayete göre keşişler de bastonlarının içlerindeki gizli kompartmanlar yolu ile Bizans'a ipekböceği yumurtalarını sokmuşlar.

Mısır'daki mumyalarda ipek giysi kalıntılaır bulunması, ipek ticaretinin o zammanlarda başladığının en somut kanıtı. İpek, üretici ülkeler için uzuuun bir süre iyi bir gelir kaynağı olmuş. Talep çokmuş fakat üretim gizli olduğu için ancak ticaret yöntimi ile elde edilebiliyormuş. Doğu ile Batı'nın arasında ticaret yoluna " İpek Yolu" denmesi boşuna değil.

İpekböceği ==>Bombyx mori
Not: Güve yerine kelebek'i kullanmayı tercih ettim. Doğrusu güve ..



Perşembe, Nisan 20, 2006

34 ve ağırlıklar

34 yaşındayım.

Kendimle insan olarak gurur duymak isteyeceğim bir yaş. Ama elimde var sıfır, yıllardır böyle hissediyorum. Ve bu his, bir şey yapma isteğimi boğacak kadar ağır.

Yokluk hissedip hayıflanmak, sanirim değişiklik yapmak için çabalamaktan daha kolay geliyor.
64'umde de mi bu hislerle mi olucam, hayatimi da boyle yasayip bitircek olma ihtimalim epey ürkütücü, ama bu fikir bile beni fıştıklamaya yetmiyor.

Bir de bu kadar ağırlığını hissettiğim diğer his, özlem.

Arkadaşlarımı özlüyorum, hepsi benden uzak. Onların yokluğu beni amaçlarımız yolunda yalnız bıraktı. Her şeyi onlarla beraber yapacağımı sanıyordum, oysa bir yere kadarmış beraberlik. Dünyanın dört bir yanına dağılıp telefonlarda, internet üzerinde, yılda bir kere bile görüşmeden devam ettirdiğimiz dostluklar, yokluktan daha iyi ama onlarla baraber olmamizin yanindan bile gecemez.

Mesafe olarak yakın olanlarlasa da iş, üşenme, hayat eşleri, çocuk arasında sıkışık, eskinin gölgesinde görüşüyoruz. Ama hic eskisi gibi değil.

Arkadaşlar için kalp ağrısı çekilebileceğini 30larımda öğrendim.

Sevgilimi özlüyorum, bir var, bir yok. Olduğunda da başka bir mekanda daha özgür olduğumuz zamanları özlüyorum.

Ailemin baskısından sıkılıyorum ama bir on yıla onların da olmayacağını düşünüp onlara da özlem duyuyorum.

Altı yıl önce ölen teyzemi özlüyorum, "günaydın güzelim" diye telefon açmasını özlüyorum.

Yaşın getirdiği sosyal baskıdan sıkılıyorum, herkesin aynı standart yaşamı yaşaması için yapılan baskıdan sıkılıyorum. Onları takmıyorum demekten sıkılıyorum, ama içten içe taktığımı hissettiğimde yaşadığım panikten sıkılıyorum.

Sorumluluk almaktan korkuyorum, kendi hayatima getireceğim değişikliklerden, bu degisikliklerden cevremdeki insanlarin etkilenmesinden ve onlarin mutsuz olma ihtimalinden korkuyorum.

ben beşbuçuk senedir bu İstanbul'u sevemedim! bu da farkli bir yazi.. Evinde hissetmek uzere....

Çarşamba, Nisan 19, 2006

19 Nisan İlk Gün

Saat 17:15 birazdan işten çıkacağım. Bu ilk blog denemem, soylemek stediklerimi düşünüp derleyip yazmak çok zormuş. Aslında 30'ların iki kişilik yaşamlarından bahset istiyordum. Ama her yazıyı da yazarken sanki birilerini kırabilecekmişim ve söyleyeceklerime dikkat etmeliyim gibi geliyor.